Başlıktaki “deprem” sözcüğünün yerine orman yangını, sel, heyelan, pandemi, maske dağıtımı gibi sözcükleri de koyabilir veya hepsinin yerine “yerel” de yazabilirsiniz.
Merkezin yerel ile çatışması, ülkemizi konuşuyorsak Osmanlı’dan bugüne, merkezi otoritenin vesayet yetkisi ile çeperi ve yereli yönetim kıskacında tutması iken, demokrasi tarihini konuşuyorsak temsili demokrasi ile doğrudan demokrasinin artık uzlaşamayan karşıtlığını dile getiriyoruz demektir.
6 Şubat Depremi, salt jeolojik bir fay kırılması değil, yakın zamanda yaşadığımız yangın, sel, pandemi ile mücadelede devletin tek başına yapamazlığının, mikro ölçeklerde baş edilmeye çalışılan afet yönetiminin, 11 ilde gerçekleşen deprem kapsama alanında merkezi hükûmetin yönetememezliğinin, diğer bir ifade ile tek adam yönetim iradesinin de siyasal olarak depremidir.
Evet, şüphesiz bu ölçekte bir depremi ülkemiz bu boyutlarıyla ilk defa yaşıyor; bir anda, ilk saatlerde, ilk günde deprem kapsama alanının her tarafına yetişemeyebilirsiniz. Ama bu cümleyi kurabilmek için ilk saatte, ilk günde, ikinci günde on şehirde, on merkezde olabiliyorsanız “yetememe” mazeretinin arkasına sığınabilirsiniz. Ama, “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözünü hatırlatırcasına, eğer gerektiği anda yoksanız; merkezi hükümet olarak ancak üçüncü günde ulaşmaya ve sorunlarla yüzleşmeye başlıyorsanız, yönetememe sözcüğünün sarmalına da giriyorsunuz demektir.
Ve merkezin müdahil olabilme basiret yoksunluğunuza inat, 1999 Gölcük depreminde de yaşandığı gibi ve bu sefer ne sayı ne de kapsama olarak karşılaştırılamayacak ölçekte gönüllüler, STK’lar, bağımsız gazeteciler ve belediyeler ilk saatlerden itibaren ne çöken pist haberlerine, ne de övünülen duble yolların kırılma görüntülerine aldırmadan deprem bölgesine aktılar. Merkezi Hükümet ve yetkili afet ile mücadele birimleri yokken yüzbinlerce, evet yüzbinlerce insan kentlerde dayanışma örgütleyip, bireysel veya örgütlü kurumlarıyla kentlerde ve deprem bölgesinde oldular. Yeni yıla devredilen ekonomik bunalıma, hayat pahalılığına, siyasal ve kültürel otoriter hegemonyaya rağmen sivil ve doğrudan akıl, merkezi hükümetin basiretini beklemeden “Ben varım” dedi.
Merkezi Hükümetin durumun vahametini anlayıp müdahale etmeye başlaması ile bu sefer, tıpkı pandemideki maske dağıtımda yaşanan koordinasyon eksikliğinin daha da ağırı yaşanmaya başlandı. Depremin 17. gününde 11 Şehir ve 13.5 milyonu etkilediği resmi ağızlarla belirtilen afetin bilançosu aktarılıp, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından azarlama ile sayılan yapılanlar listesi yanında, Samandağı ve Defne belediye başkanları “Çadır” diyor. Her taraftan mobil tuvalet, ısıtıcı, hijyen setleri talepleri istisnai değil bölgeyi kapsayacak biçimde dile getiriliyor. Belli ki bir plan, bir hazırlık olmadığı gibi ala-vala ile 115 milyar toplanırken, çadır bezi üretimi, mobil tuvalet tedariki ve de en önemlisi koordinasyon yok. Görünen o ki 11 ili kapsayan depremin, merkezi hükümeti de vurması, vesayet tahakkümünün sınırlarını zorlayarak merkezin yerel ile çatışmasını da kaçınılmaz kılıyor.
Bu deprem felaketi bir kez daha gösterdi ki, sağlam binalar inşa etmek ne kadar can alıcı bir mesele ise, iktidarın demokratikleştirilmesi, iktidarın yerel yönetimler ve halk tarafından paylaşılması da o kadar can alıcı diğer bir mesele... Yerindenlik esasıyla, ihtiyaç ve hizmetlerin yerelin gözüyle görülmesi, merkezi iktidar yetkilerinin dağıtılması ve erkin tabana yayılması, ileride yaşayacağımız felaketlerde, böylesi manzaraların ortaya çıkmasını engelleyecek ve binlerce canın kurtulmasının da garantisi olacaktır. Merkezi otoritenin afet sonrası gerek arama-kurtarma gerekse yardım faaliyetlerinde, merkezi gözlükle ‘devleti ululaması’, yerindenliğe ket vurma ve sivil toplumu zapturapt altına almasının en temel sorunlardan biri olduğu, bugünden yarına en önemli gündemimiz olacaktır.
Belki önümüzde yapılacak genel seçim ardından yerel seçim takviminin başlaması ile, demokrasi açısından yerelin, yerindenliğin, katılımın ve de doğrudan demokrasinin tartışılması bir kere daha gündeme gelecekti; lakin deprem, yerel ve aktif vatandaşın gerekliliğinden öte kaçınılmazlığını da erkene çekti.
Ne demek istiyoruz?
“Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” taleplerine nazire, Temsili Demokrasinin araçlarını kullanıp, Genel Oy ve Sandık Demokrasisinin nimetlerinden yararlanarak kendini inşa eden Tek Adam Yönetimi, 20 yılın sonunda bütün demokratik evrimi iki dudağın arasına toplayarak Cumhuriyet tarihinin en uzun ve en otoriteryen yönetimini kursa da üç-beş maskeyi dağıtamayıp, depremi de koordine edemezken, aktif vatandaş ve sivil örgütlenmeler, yalnızca “Ben varım” demedi, aktif vatandaş, sivil örgütlenme ve yerelin ve yerinden yönetimin neye kadir olduğunu da gösterdi. Bir kere daha, “iktidar” denilen aygıtın merkez ile yerel ve vatandaş arasındaki geçişkenliğinin olabileceği görüldü. Vatandaş, merkezi beklemeden katılım iradesi ile vaziyet alarak, merkezi otoritenin tüm engellemelerine ve tehditlerine rağmen, gerçekte yerinden yönetimin mümkün olabileceğini göstermiştir. Aktif vatandaş katılımı, doğrudan demokrasinin bir aracı olarak gerek merkezi gerekse yerel yönetimlerde, yönetim erkinin sorumluğunun paylaşılması, yönetim adına alınan kararlarda yönetilenlerin iradesinin beklenmeksizin yönetim erkinin bir anlamda paylaşılmasıdır. 6 Şubat depremi, Temsili Demokraside oyunu kullanarak kenara çekilmiş pasif vatandaş yerine, katılım mekanizmasını doğal reflekse çalıştırarak demokrasi oyununa yeni oyuncuları, aktif vatandaş ve sivil örgütlenmeleri Gezi’den sonra yeniden oyuna sokmuştur.
Şimdi yeniden, yalnızca “tek adamın yönetememe durumu”nu değil, Doğrudan Demokrasiyi tartışmanın, aktif vatandaş gücünü ve örgütlendirmelerini dillendirmenin, sivil araçlarını güçlendirmenin tam da şimdi zamanıdır. Genel Oy’un tarih sahnesine çıkışında olduğu gibi yeniden ve yeni bir kapsayıcılık gerekiyor. 6 Şubat Depremi, Doğrudan Demokrasi tartışması yanında katılım kapsayıcılığı ile, bu ihtiyacın, aktif vatandaşın irade olarak iktidar içinde olmasının yeni yoludur. Buradaki temel soru, kendiliğinden refleks olarak ortaya çıkan vatandaş iradesi ve katılımın, merkezi veya yerel iktidar ile vatandaş veya aktif yurttaş arasında ayırt edici ve bağlayıcı üst formunu nasıl ifade edilebileceği? Yalnızca, Türkiye’nin 1988 de imzaladığı Avrupa Konseyi Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na yerel yönetimler açısından koyduğu çekincelerin kaldırılması yeterli olur mu?
Merkeziyetçiliğin Osmanlı’dan devraldığı vesayeti görürken, aynı zamanda vatandaşın deprem ve sel gibi doğal afetlerin karşısında örgütlenmesine de Osmanlı’da da rastlıyoruz. Tıpkı Avarız Sandıkları örneğinde olduğu gibi...
Osman Nuri Ergin, 19. Yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı-Türk şehir yönetiminin ana unsurlarının kadı ve onun yardımcıları muhtesip, subaşı, mimarbaşı gibi kişilerden ve vakıf,esnaf, teşkilatları ( lonca ) ve mahalle gibi temel şehirsel kuramlardan oluştuğunu vurgular. Bu bağlam içinde mahallelerin birer alt-şehir yönetim birim olarak önemleri üzerinde durur ve özellikle mahalle işleyişinin etrafında şekillendiği cami, kahveler, imam ve mahalle; halkının bu işleyişe katılım ve dayanışmalarını vurgulayan mahalle avarız sandıkları ( abç ) üzerinde önemle eğilir. ( Ergin, 1922 ve 1936 )[1]
Osmanlılarda örfi vergiler (tekâlîf-i örfiyye), başlangıçta nadiren ve çok cüzi miktarlarda toplanırken giderek ihtiyaçların artması ve devlet hazinesinin bunları karşılayamaz hâle gelmesi üzerine daha sık aralıklarla ve artan miktarlarda toplanır olmuştu. Nitekim bu vergileri ödemekte güçlük çeken fakir halka akar veya para olarak tahsis edilen vakıflardan yardım edilirdi.[2]
Avârız vakfı ise, bir köy veya mahalle halkının ödemekte güçlük çektikleri avârız, kürekçi bedeli ve diğer ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere kurulmuş olan akar ve para vakfıdır5 . Bu çeşit vakıflar başlangıçta doğrudan doğruya avârız vergisi ve örfi tekâlifin karşılanmasına tahsis edilmektedir. Ancak adı geçen vergilerin halktan toplanması uygulamasının eski önemini kaybetmesi üzerine, bu maksatla kurulmuş olan vakıfların gelirlerinin de köy veya mahalle heyetleri kararıyla uygun yerlere sarf edilmesi usulü getirilmiştir6 . Bu şekilde elde edilen gelir halkın karşılaştığı yangın, deprem, su baskını, salgın hastalık gibi afetlerle fakir, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarına, kimsesiz kızların evlendirilmesine, sahipsiz cenazelerin masraflarının karşılanmasına ve iş hayatına atılanların sermaye ihtiyacına sarf edildiği gibi, ayrıca su yolu, kaldırım ve sıbyan mektebi tamiri vb. kamu hizmetleri için de kullanılmaktaydı7 . Böylece zamanla değişik bir mahiyet kazanan avârız vakfı daha sonra “avârız akçesi” ve “avârız sandığı” olarak da adlandırılmıştır. [3]
Bazı hayır sahipleri tarafından, kendi mahalleleri halkını avârız vergi yükünden kurtarmak için vakıflar kurmuşlardır. Vakıf gelirleri avârıza tahsis edilir, gelir yetmediği zaman verginin geri kalan kısmını mahalle halkı kendi aralarında paylaşarak öderlerdi. Vergi konmadığı zamanlar ise vakfın geliri kamu yararına kullanılırdı. Avârız vergisinin kaldırılması ile vakfın geliri mahalle ihtiyaçları için kullanılmaya devam etmiştir. Ayrıca, Müslim ve gayrimüslimlerin karışık olarak oturdukları mahalle veya köylerde avârız vakfı her iki zümrenin de ihtiyaçlarına sarf edilir, vakfı yapanın Müslüman veya gayrimüslim olması buna tesir etmezdi.[4]
Merkezi otoritenin, 6 Şubat Depremi ile yerel ile çatışması, yeniden dayanışmayı, yeniden yerinden yönetimi, yeniden aktif vatandaş ve doğrudan demokrasi ilişkisini gündeme getirerek, 2019 sonrası yeniden canlanan Toplumcu Demokratik Belediyecilik bakış açısı ile şimdiden Yerel Yönetim Reformu tartışmasını başlatmıştır.
Bu yazının sınırlarını aşmadan diyebiliriz ki:
Deprem, sel, yangın gibi afetlerle mücadele de dahil olmak üzere, mahalli ihtiyaç ve öncelikleri, Kent Hakkı ve Dayanışmasını merkeze alarak, hak temelli katılım ve birlikte yönetim anlayışıyla, yerinden kentsel politikaları yaşama geçirebiliriz. Yerel yönetimin ve merkezi otoritenin kente yönelik kararlarına, yurttaşların örgütlü olarak katılımının yolunu açmak için mahalli ölçekte bir araya gelip, müzakere ederek ortak akıl geliştirmesine olanak sağlamak için...
Yani mahallin ihtiyaç ve öncelikleri, kent planlaması ve birlikte yönetim açısından kaçınılmaz bir eşiktir. Bu nedenle “yerindenlik” ilkesi, gerek kamusal hizmet ve faaliyetler planlanırken, ihtiyaçların hak sahibine sorulması ve önceliklerin bütünsel bakış açısı ile belirlenerek, yerel yönetim ve aktif vatandaş örgütlenmesi tarafından yerine getirilmesidir. Yerindenlik ilkesi bir anlamda yetkinin ( veya iktidarın ) merkezi otoriteden yerele kaymasıdır (veya paylaşılması) diyebiliriz. Bu ise katılım ve birlikte yönetimin yerele, mahalleye ve yaşayanına inmesidir.
Gönen Orhan
[1] Osman Nuri Ergin, Türk Belediyecilik ve Şehircilik Tarihi Üstüne Seçmeler, Hazırlayan: Selahattin Yıldırım, Çankaya Belediyesi , Ekim 2013, s 24 [2] İsmail KIVRIM, Mahalle Avârız Vakıfları (17. Yüzyıl Ayntab Örneği), https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/936655 [3] Osman Nuri Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul 1936, s. 27, 28-108. [4] Aktaran İsmail Kıvrım, İpşirli, “Avârız Vakfı”, s. 191
Comentarios